Bizler bir süredir Mısır’da olup bitenleri izlerken kimimiz Mısır halkının onurlu ve haklı mücadelesine bakarak insanlığımızla gururlandık. Bir yandan da kayıplarımıza üzüldük. Kimimiz bu kutlu direnişin çiçeklenen yüzünü görmeyip, acaba ‘kardeşler’ iktidara gelir mi? Gelirse dinci bir iktidar bizim Türkiye deki iktidarımıza halel getirir mi? Diye söylendi; durdu.
Tabi bu söylenenleri dillendiren Türkiye’de belli kesimin sözcüleri ve onların iktidarı farklı nedenlerden ötürü çok önceleri bir derece sarsılmıştı ama yıkılmamıştı. Sadece bir dönüşüm bir başkalaşım geçirmişti. Yani başka bir şeye benzeyip evirilmişti. Oysa ben ilk gurupta yer alırken içime başka duygularında sızmasına mani olamadım.
Ve diyordum ki kendi kendime: “Senin ülkende diktatörlerine karşı duran, direnen bir halk olmadı ki.“ Bu yüzden biraz boynu bükük izledim tüm olup bitenleri..
Halkın sahip olduğu öyle bir direnç ki kırıldığı anda çok büyük bir feryada dönüşebilirdi. Çünkü tarih boyu bütün firavunlar her direniş sonrası masum halklara en acı ve kanlı bedeller ödetmiştir.
Bir bedel ödenecekse umarız bunu en ağır bir şekilde ‘yaşayan firavunlar’ öder.
Demiştim ya, benim ülkemin halkı acıların küçüklüğünden değil ama öyle bir törpülenişe, öyle bir çoraklaştırılmaya maruz kaldı ki kendi köklerinden koparılıp öylesine tırpanlandı ki bırakın başkaldırıyı kendi ayakları üzerinde durmaya mecali kalmadı. Üstelik bu kadar kafası karışıkken ve kavrayıştan uzak aydınlarıyla ülkemin nasıl bir medeniyet inşa edip çevresine öncü(!) olacağı ise bir muamma.
Sanırım tarihindeki bu talihsizliğinden olacak ki halkımız hiçbir zaman gerçek bir direnişi, başkaldırıyı gösteremedi. Hala köhne, eskimiş paradigmaların arkasında var olmaya çalışan bir kesim bulunmakta ülkemizde ve bu kesim azımsanmayacak kadar çoklukta.
Çünkü iktidarların değişmesi dahi fazla bir şey ifade etmemekte ancak var olan iktidarlar onun rengine bürünmekte, kısır döngü böylece devam etmektedir. Son iktidar tecrübemizden bunu anlamaktayız.
Eğer bir medeniyet inşa edilecekse bu bir siyasi iktidar üzerinden mi olmalı? Hele Mısır dahil bütün komşu ülkeler için bir model olacaksa Türkiye, çatışmacı bir iç politikayla bunu yapamaz. Zaten bunu istiyor olması (yani öncü) aynı zamanda emperyal bir güç olmayı dilemesi anlamına da geldiğinden bunun ahlakiliği tartışılabilir.
Siyasi odak olarak muhalefeti ise zaten gölge oluşturamayacak kadar varlık sahasından uzakta gördüğümüz için konuşmaya bile gerek görmüyorum. Ancak Türkiye’nin başından geçen tarihindeki Batı tecrübesi ve ‘laik’ dediğimiz kesimin ulusal söylemin içine sıkışıp kalma gibi bir misyonu taşıma zorunluluğu – tarihi biraz da tersten okuduğumuzda- karşımıza siyaset ve eylem dışı kalmayı beceren muhafazakâr kesimi çıkardı. Daha doğrusu kendi siyasetinin çok uzağına savrulan kendi gerçeğiyle yüzleşmemiş bir kesimi.
Tarihinde gelenekçi – yenilikçi tartışmalarının ötesine geçemeyerek muhafazakâr kalıplara kendini hapseden Türkiye Müslümanlarının ekseri Nurettin Topçunun ‘uysallık’ kelimesinin etrafında toplanıyor olması tesadüf olmasa gerek. ‘İçinde bulunduğu duruma yetinen insanın yanılgısına karşı isyan’ (1) aynı zamanda tarihi bir yüzleşmenin de gerçekleşmesine tanıklık edebilir.
Mısırda olup bitenlere dönersek olayların başından itibaren bunun bir halk isyanı olduğu söylendi. Çünkü hemen hemen her sosyal sınıftan insan bu isyanda baş aktördü. Peki, gerçekte Mısır’daki olaylara bu perspektiften bakarak bunun bir halk isyanı olduğunu söylemek mümkün mü?
“bir hareket ancak kendi içerisinde başkaldırdığı bir nizama karşılık yeni ve zorunlu olarak daha üstün bir nizamın ihtiraslı iradesini taşıyorsa isyan adını alır.”(2)
O zaman Mısırdaki halk ayaklanması bir ‘isyan’ ın adını taşıyor olmalıydı. Yokluktan yoksulluktan bıkmış, diktatörlerinden usanmış bir halkın ‘git’ çağrısının yankısı bir firavunun beyninin içini kemirecek kadar güçlüydü. Halk ‘Mübarek’ in gitmesi konusunda ihtiraslı ama sağlam bir irade taşıyordu.
Hafızalardan ve yüreklerden silinemeyecek bir sahneyi televizyon ekranlarından izlediğimizde isyanın derecesini anlayabiliyorduk. Bir genç dar bir sokakta barikatı aşarak ilerliyor, dimdik ayakta bir de gömleğini sıyırıp bağrını açmış ve polise dönerek meydan okuyordu. Ardından silah sesleri ve gencin yere düşüşü.
Gencin bükülmeyen eğilmeyen bedeni hayalimde silinmezken rahmetli Nurettin Topçu’nun sözleri beynimde yankılanıyordu. “İrade, hareket halinde değil, güç halinde olan şeydir; bize göre o, sonsuz bir aşkınlıktır. Bu sonu olmayan aşkınlık faaliyeti bizce, Allah’ın tek delilidir. Gerçekte bu aşkınlığı mümkün kılan Allah’tır. “(3)
Gömleğini sıyırıp gövdesini firavunun adamlarına siper eden genci izlerken bunu mümkün kılan Rabbim, kendini gösteriyordu. Üstelik bütün delilleriyle ortadaydı. Öyle ya, “Ulûhiyet, hakikî bir aşkınlık olan hareketimizde sürekli olarak beraber bulunmaktaydı.”
Eğer milyonlar aynı meydanda otuz yıllık acımasız bir diktatörün gidişi için ayaktaysa demek bu isyan, imanın sesini ve rengini taşıyor demektir.
Kalabalıklar kendini mukadderatından sorumlu tutup değişim adına kendini hiçe sayıp ortalığa atılıyorsa aslında bu durum her türlü esarete karşı isyan eden Allah’a karşı itaati ifade eder.
Yani bu, Allah’ın insanda isyanıdır ki en zorba diktatörleri küçümseyecek denli bir adanışın hikâyesidir. Tarih ve insanlığı şahit tutarak onun esaretten kurtuluşu adına ferdin isyanıdır.
Belki de ‘Tahrir meydanında’ hep bir ağızdan söylenenler; ferdin tek başına asla cesaret edip te söyleyemeyecekleri sözlerle kendi hiçliğini ortaya döken, isyanıyla Allaha itaat eden, Allah’ı kendisine katılmaya davet eden bir iradenin ortaya çıkışıdır.
Kim bilir belki senin halkın da kendi dininin özünde de bulunan bu ‘ahlâka’ sarılmayı ilke edinir.
Çünkü Allah’ın insanda isyanı, insanoğlunun kendi benine karşı kazanabileceği tek zaferidir.
(1) Nurettin TOPÇU, İsyan Ahlâkı s: 206, Dergâh yayınları
(2) (3) A.g.e. s: 201