Alevilik, toplumu; doğayla sürdürülebilir bir ilişki içinde kalabilmeyi ve her varlığın, birbirleriyle uyum içinde kalarak varlıklarını devam ettirebilmesini hedefler. Varlıklar arasındaki ilişkinin, karşılıklı olduğunu ve diyalektik bir doğallık ve sarmal çokyönlülük içinde sürdürülebileceğini bilir. Alevilik; kendi içinde tahakküm ve istismarı barındırmayan, toplumdaki dayanışma ve paylaşım için faydalı olan unsurları, cemlerinde ‘doğrudan demokrasi’ ile belirleyen, ahlaki-vicdani bir sistemdir. Alevi toplumunun doğal yaşamı, insanların her birinin kendi ahlaki onurunu, yaşadığı toplumla özgürce ortaklaştırdığı ve insanların ortak emekleriyle birlikte ördüğü bir örgü, bir ağ gibi açılan doğal bir yaşamdır. Bu ortak örgünün hassas ilmeklerinde, insanlığın özgürlükçü rıza temelinde varolan paylaşımcı özünü korumaya yönelik, gerçek ve doğal yardımlaşma destanlarının bulunduğu nice eşsiz değerlerin adaletli bir bütünlüğü vardır.
Aleviliği/Alevi toplumunu, zora dayalı devlet çatısının altında basit bir eşitlenme isteğine ve bu amaçla politik ve ekonomik bir iktidar mücadelesinin peşine takmaya çalışanlar, tarihsel süreç içinde kendi toplumlarının dışına düşmeye mahkûm olmuşlardır. (*2) Çünkü Aleviliğin kendi özü itibariyle, bu tarz çarpık ve çıkarcı bir ilişkilenmeye, devlete eklemlenmeye ve devlete öykünmeye ihtiyacı yoktur. Tarih boyunca Alevi düşüncesinden güç alarak kurulan ve başlangıçta Bâtıni felsefeyi savunan kimi devletlerse, açıkçası kurulduktan kısa bir süre sonra, devletleşmenin, iktidarlaşma hırsının özünden kaynaklı olarak zorunlu bir biçimde, kendi doğal toplumlarına yabancılaşmak durumunda kalmışlardır. (*3)
Dinin özgürlükçü, paylaşımcı özünü çarpıtan ve dini, özgürlük ve paylaşım amaçlı değil de, toplumda tahakküm ve istismar kurma amacının basit bir aracına dönüştüren resmi-kitabi devletçi din anlayışları, elbette dinin bu saf özünü korumayı hedefleyen Alevi inancını baş düşman olarak görür ve tanıtırlar. Aleviliği, devletçi dinin gözünden ve dilinden değil, halkların kadim dostluğunun dilinden dinlemek ve öyle anlamak gerekir. Aleviliği; iktidar kurucu, kıyım ve katliam pratiklerinin öncelinden ele almazsak anlamsız kılarız ve toplumsal-ilahi mesajın özünü kaybederiz. Bu öz; bizlere, tüm insanlığın özgürlükçü rıza kültürüyle ve evren-doğa-insan bütünselliğini bozmayan ortak değerlerle bütünleştiği, ilk doğal-ortaklaşmacı dönemden beri, insanı insan yapan paylaşımcı,dayanışmacı, eşitlikçi değerleri, nasıl daha kuvvetli savunmamız gerektiğini hatırlatır. Aslında çarpıtılmadan önce semavi-kitabi dinlerin esası ve özü de, yalın olarak sadece bunlardan ibarettir. Hz. Muhammedin tam bir rıza ve ikna mekanizmasını işleterek hayat verdiği ‘Medine Sözleşmesi’ işte bu gerçeğin en açık ifadesidir.
Toplumda antikapitalist kimliğin oluşumu, denilebilir ki en rahat ve doğal tarzda yoksul Alevilerin yaşamlarında filizlenmiştir. Çünkü Alevilerin yaşamı ezelden beri toplumsal değişim ve dönüşüm rüzgârlarının çıkış kaynağıdır ve toplumsal, tarihsel değerlerin en korunaklı limanları, Alevilerin yaşam alanları olmuştur. Her yoksul Alevi, özgürlüklerden ve paylaşımdan yana en doğal müttefiktir ve toplumda yeni olumlu değişimlerin biriktirildiği mevzilenmelere en yakın kişidir. Çünkü kendisini bu kimliğe yaklaştıran ve hazırlayan ‘doğal demokratik’ bir ortamda doğmuştur ve yaşam ilkelerinde gösteriş ve ihtişamdan uzak olan yalınlık ve sadelik, ortak bir onur olarak korunmaktadır.
Öte yandan Aleviliğin tarihsel direnişçi ve özgürlükçü özü, kimi ‘sol’ anlayış ve yapılar tarafından, kaba retçi bir tutumla “Sonuçta Alevilik de dinde bir yoldur ve din topyekûn gericiliktir” denerek törpülenmiştir. Burada elbette açıkça sormak ve ‘statik/dogmatik sol’un din algısını sorgulamak gerekir. Hangi Din? Ezilen yoksulları koruyan ve özgürleştiren din mi? Yoksa iktidar kurucu olan ve ezenlerden yana tutum alan tahakkümcü şirk dini mi? Bu anlamda Aleviler, hem inançlarının tarihsel özgürlükçü dinamiklerini savunmakta, hem de onu güncelleyerek antikapitalist bilinci korumaktadırlar. Bu duyarlılıkları nedeniyle, günümüzdeki antikapitalist Müslümanları en iyi anlayan ve onlara yakın duran bir kesimi oluşturmaktadırlar.
Bizim anlayışımıza göre bir devletin, tek bir dine veya tek bir mezhebe bağımlı kılınması, dünyada kalıcı bir parçalanma ve dolayısıyla adaletsizlik doğurur. Devletler, kendilerine uygun dindar nesiller üretmekle mükellef değildirler. Arzuladığımız devlet, evrensel insan hak ve özgürlüklerini koruyan, farklı inançlara ve farklı yaşam biçimlerine eşit yaklaşan ve bu mantıksal tutarlılık içinde yapılanan adalet eksenli bir devlettir. Devlet, bir kere özgürlükler ve inançlarda ayrımcılık yapmaya başlarsa ve birilerine, birilerinden daha fazla üstünlük ve ayrıcalık tanımaya başlarsa, toplumsal adaletin terazisi kökten bozulur. Adaletsizleşen bir devletin kayırmalarına yaslanarak, servet ve mal biriktirenler ve insanlarla, biriktirdikleri bu malı paylaşmaktan kaçınanlar, Kur’an’ı-Kerim de aslanın kükremesinden ürken eşeklere benzetilmiştir.
Sosyalistler, liberterler ve İslamcıların bilinçaltında, Aleviler; çoğunlukla Kemalist otoriter düzenin destekçileri ve payandaları gibi algılanmaktadır. Öte yandan ne acıdır ki sosyalistler, liberaller ve siyasal İslamcılar her zaman Alevileri yedeklemeye ve hazır bir kuvvet veya oy deposu gibi görmeye meyilli-dirler. Unutulmamalıdır ki birçok algının kurgulanıp üretildiği ve yönetildiği algı merkezleri, otoriter devlet odaklarıdır. Bu anlamda Alevilere yaklaşım, bir iki kuru söz ve eylemle, onların acılarını paylaşmaktan ya da gösteri ve yürüyüşlerde ya da cem evi açılışlarında görünmekten ibaret olmamalıdır. Bu kesimler, son tahlilde kurmayı düşledikleri eşitlikçi iktidar zihniyetleriyle, Alevi toplumunun tarihsel muhayyilesi arasında, gerçekten samimi, içten ve gerçekçi bir bağ kurmak istiyorlarsa, bu kurgusal algı çemberinin dışına çıkmalıdırlar.
Devletçi, fesatçı ve ikiliği besleyen algılar aşıldığı anda, daha tutarlı ve adaletli bir bakışa evrilmek mümkün olacaktır. Bu evrilme sürecine, İslam coğrafyasında ve İslam tarihinde 168 kez zalim iktidarlara başkaldıran ve özgürlükçü adaleti korumayı başaran Alevilerin onurlu direniş tarihlerini daha yakından incelemekle başlanabilir. Bugün ‘cellâtlarına tapıyorlar’ diyerek Alevileri küçümseyenler, Alevi inancındaki derin batini kavrayışı ve gönüllü sevgi/saygı ve zalime boyun eğmeme kültürünü, kendilerine örnek alıp, örgütsel ve günlük yaşamlarında gönüllü hiyerarşiyi ve doğrudan demokrasiyi ete kemiğe büründürseler, adaletli bir özgürlüğe gerçek anlamda daha da yaklaşmış olurlar.
Doğrudan tahakküm oluşturan devlet ve dinin zora dayalı bağlarına karşı, devletsiz ve dinsiz bir toplumu, doğrudan ve hemen arzulayan radikal liberterler ise Alevi ocaklarının ve dedelerinin gönüllü hiyerarşisini bile gereksiz ve asalak bir oluşum olarak görmektedir. Onlar, cem evlerinin; gelecekte tıpkı diğer farklı ibadet merkezleri gibi, toplumsal uyum, bütünleşme ve özgürleşme için, kalıcı bir engel oluşturabilme potansiyeli taşıdığı konusunda endişelidirler. Her mezhep, kendi meşrebine uygun tarzda tekke ve medresesini, yol ve erkânını, bu şekilde ayrıştırmış ve korumuştur. Eğer tarih, bir tekerrürden ibarettir deyip geçiştirmiyorsak ve tarihten gereken dersleri çıkartabiliyorsak, yol ve erkânda farklılıklarımız olsa dahi, bu farklılıklara hoşgörüyle bakabilecek bir duruşun korunması gerektiğini anlamış olmamız ve bu bilinci, toplumda hâkim kılabilecek olan ortaklaşma ruhunu yakalamış olmamız gerekir. Bu anlamda karşılıklı hoşgörü ve tahammül konusunda birikimli olan bütün yollar birleşebilir. Özgürlük ile adalet arasındaki hassas dengeyi koruyabilmek ve toplumda farklı inançların, farklı kültür ve yaşam tarzlarının özgürce yaşayabilmesini sağlayabilmek için, Alevi düşünce ve dayanışma tarihinden, her kesimin çıkarıp özümsemesi gereken dersler vardır.
Bu derslerden ilki: Özgürlük ve adalet arasındaki eşitliği dikkatle korumak için, gönüllü hiyerarşinin, yani karşılıklı rıza kültürünün; itaat kültürü yerine, toplumda en doğal reflex haline gelebilmesinin zorunluluğudur. Gönüllü hiyerarşinin önünün her zaman açık tutulması ve bu ilkenin, toplumsal yaşamda bir ön koşul olarak ele alınması önemlidir. Çünkü Alevilerin, tüm insanlığın eşitlik ve kardeşliği yani insanlığın özgür birlikteliği için, üzerinde en çok durdukları temel nokta budur.
İkinci ders ise: İktidar kurucu hale dönüşmüş ve egemen otoritenin dilini konuşan ve kılıcını kuşanan inançlarla, Alevilerin özgürlükçü toplumsal yaşam inançlarını ayrıştırmak ve yılanla ceylanı bir çuvala koymaktan mutlaka vazgeçmektir. Aleviler, Hz Ali’nin çift başlı kılıcını Anadolu yaşamında tahta kılıç eylemişler ve cihadı; kılıçla kan dökerek değil, gönülden gönüle rızanın yolunu açarak yapmayı seçmişlerdir.
Alevilere, geçmiş İslam tarihinde en yakın kesim, ‘İslam Komüncüleri’ denilen kesimlerdi. Bugün onların düşünsel mirasına en yakın olanlar ise köleliğe, zorbalığa ve eşitsizliğe karşı çıkan antikapitalist toplumcu İslamcılar ve bütün paylaşımcı, eşitlikçi güçlerdir.
Aydeın Mutlu Dinçoğul
_____________________________________________
(*2) Mustafa Timisi’nin Birlik Partisi ve Haydar Veziroğlu’nun Barış Partisi deneyimleri, bu anlayışlara küçük çaplı örneklerdir.
(*3) Fatimiler, Gazneliler, Safaviler vb. kastedilmektedir. İslam Komüncüsü ve Otonomist olan İsmaili-
Nazariler ve Bâtıni Karmatiler, bu kategorinin dışında ve farklı bir konumda değerlendirilirler