Arap baharına karşı temkini elden bırakmadım. Mısır’da olanlar devrime benzemiyordu; ama ölü toprağı serpilmiş Arap halkları için bir başlangıç sayılabilirdi. Sıra Suriye’ye gelince ne yapacağıma karar veremedim. Görüşümü soranlara bir soru ile karşılık verdim: “Muhaliflerin kazanması durumunda Suriye’den İsrail düşmanlarına yardımın devam edeceğini garanti edin, kimi destekleyeceğimi söyleyeyim.” Kimse, “Muhalifler kesinlikle İsrail’e düşmanca siyaset izleyeceklerdir.” diyemedi. Deseler de zaten benim ikna olmaya hiç niyetim yoktu. Çünkü bu durumda uluslar arası toplumun (Türkçesi: Emperyalist Batı Bloğu) tavrı açıklanamazdı.
Bu sıkıntılı günlerimde İ.H.H.’yı aradım. Osman isminde bir yetkiliye bağladılar. “Kayıtlarınızda adım var, adım Ömer (Ali veya Cafer değil) Suriye muhalefet hareketini desteklemek için gösteri mesajları alıyorum. Muhalifleri batılı güçler de destekliyor. Biz onlarla aynı tarafa düştük. Bu işte bir yanlışlık olmalı. Muhalifleri destekleme kararı alırken kime sordunuz? Yoksa hükümetle birlikte mi hareket ediyorsunuz?” dedim. “Hayır! Biz Müslüman kardeşlerimizi destekliyoruz.” cevabını verince ben, “O zaman İran ve Hizbullah niye başka bir tutum içinde?” diye sordum. Osman aynen şu cevabı verdi: “Onlar bizi ilgilendirmez.”
Türkiye, Suriye rejimini değiştirmek için neden bu kadar istekli görünüyordu acaba? Ak Partili yöneticiler ve İslamcı sivil toplumcular benim bilmediğim neyi biliyorlardı? Bir türlü anlayamadım. Meğer kafası karışık olan sadece ben değilmişim. “Sen akıllı adamsın” diye bunu da sordular. Şöyle cevap verdim: “İki ihtimal var: Ya alnımıza silah dayandı, ya da Suriye’nin yeni iktidarını biz belirleyeceğiz.”
Bir soru daha: “Dün Suriye ile neden dosttuk, şimdi niçin düşmanız? Artık bunun cevabını biliyorum: Dün niye dostsak, şimdi de aynı sebepten dolayı düşmanız. İyilikle yola gelmeyeni, kötülükle yola getirmek.
Ekranda bir yorumcu, Amerika’nın Türkiye’ye şöyle bir telkinde bulunduğunu söyledi: “Milli sınırlara fazla takılmayın, sınırları daha esnek düşünün.” Türkçesi şu: “Irak ve Suriye’ye doğru genişleyin, biz arkanızdayız.” Amaç İran’dan Akdeniz’e uzanan direniş eksenini Türkiye’nin gücünü kullanarak kontrol altına almaktı.
Dostluk zamanında Erdoğan Suriye’yi İsrail barışına ikna etmişti. Sanırım barışın şartı, “Golan’a karşılık Filistin davasından desteği çekme” şeklindeydi; ancak İsrail son dakikada kazık attı ve Erdoğan’ı fena halde kızdırdı. Erdoğan İsrail’in asla barış istemediğini o zaman kesin olarak anladı. Bilindiği gibi ardından “One Minute!” geldi.
Erdoğan Esed’in aile dostu olduğu günlerde ona şöyle dedi: “Türkiye’nin patronajına gir, seni Amerika’nın şerrinden koruyayım.” Suriye bu teklifi kabul etmedi.
Suriye’nin kabahati Filistin direnişini desteklemekti. Esed bunu bir Türk gazeteci ile yaptığı röportajda söyledi. “Eğer ben de ülkemde radar kurulmasına izin verseydim, bunlar başıma gelmezdi.” diyerek öyle acı bir gönderme daha yaptı ki yenir yutulur cinsten değildi. Peki, Suriye Türkiye’nin mandasına girse daha iyi olmaz mıydı? Hem kendini korumuş olur, hem de Filistin davasına destek verir ve Hizbullah’a silah akıtmaya devam ederdi. Tabi ki bu bir şaka. Hizbullah’a silah götürüyor şüphesi ile İran uçağını zorla Diyarbakır’a indiren patronun himayesinde olacak şey mi bu?
Eylül geldi. Suriye politikasının sonbaharı… Eski topraklarımıza geri dönüp, yeni Osmanlı olacaktık; ama işler ters gitti. Dımaşk’a pirince giderken, Harran’daki buğdaydan olmak da var.
Son bir soru daha var: “Düşmanımın düşmanı dostumdur.” düsturunca Ak Parti iktidarı İsrail’e karşı Muhaberat’la işbirliği yapıyor olabilir mi yahut aynı şekilde Suriye’deki mevcut rejimi devirmek için Mossad’la iş tutuyor olabilir mi?
Size hangisi daha mümkün gibi görünüyor?