Önce şöyle söyleyeyim: Ben bir olayı değerlendirirken, Kuran’a, hatta bütün bir Kitaplara, hatta insanlığın temel değerlerine dayalı kriterlerim, ölçülerim var: Öldürme var mı yok mu, önce ona bakarım, insana zarar verme var mı yok mu, ona bakarım, çalma var mı yok mu, ona bakarım, iftira, yalan var mı, yok mu, ona bakarım. Burada bir öldürme olayı var. Üç kişi öldü: iki genç ve bir savcı. Şimdi burada insan öldü mü? Bir insan öldü mü kardeşim, devlet de benim gözümde düşer, örgütte düşer; bu ölüme kim sebebiyet verirse versin, kim sebep olursa olsun. Kalkıp da ben, devletin kurşuna dizmesini övemem. Kalkıp da ben, bir örgütün kafaya tabanca dayayıp infaz etmesini övemem. İnsan öldürmeyi övmem. Bu benim, kutsal Kitaplardan çıktığım temel ilkeme terstir; çünkü ortada öldürme var. Ortada öldürme varsa, ne yapayım ben öyle devleti, ne yapayım ben öyle hak aramayı. Ölmüş! Ölmüş! İnsan öldürmüşsün! Keşke bu olmasaydı!
Operasyona baktığın zaman (söylenebilecek ise), bence, ölüm olmadan bu iş kurtarılabilirdi. Mesela ben biraz araştırdım. Kapıdan bayıltıcı gaz veriyorlar, gaz odaya yayılıyor, içerdekiler bayılıyor, sonra kapıyı açıp, tek tek toplayıp götürüyorlar. Böyle, bayıltıcı bir ilaç vererek falan (olabilirdi), öldürmek şart değildi; bu çok kaba saba, acımasız bir yöntem. Kaldı ki, orada ölümün nasıl olduğunu bilmiyoruz. Acaba (savcıyı), kafasına silahı dayayıp infaz mı ettiler, yoksa içeriye (polisler) girip, hepsini birden kurşuna mı dizdiler. Bir rivayete göre, savcını üzerinden, iki tane kafasından, iki tane altta mermi çıkmış; bir rivayete göre on tane mermi çıkmış, üçü kafasında, üçü vücudunda, dört tanesi ayaklarında; yani, (odaya) dışarıdan gelen polisler, (içeridekilerin) hepsini birden kurşuna dizmiş. O esnada da, savcıya da on tanesi isabet etmiş, öbürlerine de isabet etmiş, hepsini birden öldürmüşler yani. Balistik rapor falan diyorlar da, onlar da tam güvenilir değil. Bu olayın açığa çıkması lazım: savcının orada kim tarafından öldürüldüğü. İki tane genç tarafından, madem bizim dediğimizi yapmıyorsunuz diye (kurşunu) sıktılar mı, yoksa, içeri giren polislere, eylemciler savcıyı kendine kalkan edinip kendileriyle beraber savcının ölmesine mi sebebiyet verdiler onu bilmiyoruz. Öyle veya böyle, burada kim ölüme sebebiyet vermişse, o, iyi bir iş yapmamıştır.
Gezi, silahsız, saldırısız, kitlesel bir itirazdır ve Gezi’nin asıl gücü de buradan gelmektedir. Yani, kimseye saldırılmamıştır, hiç kimse, eline silah almamıştır, herkes sivildir, kitleseldir, herkes bir araya gelmiş ve sadece haykırmıştır. Ve değil Türkiye’yi, bütün dünyayı bu haykırış sarsmıştır. Eline silah aldığın andan itibaren, Gezi’nin bu gücünü azaltmış olursun. Berkin Elvan, Gezi olayları esnasında öldüğü için, ona da muazzam bir destek var. DHKP-C diyerek, örgüt diyerek, silahlı militanlar basıyor, öldürüyor, aha da işte Gezi’ciler bu, zaten bunların hepsi böyleydi diyerek, Gezi’yi marjinalize etmek istiyorlar, bir örgüt çerçevesine sıkıştırmak istiyorlar. Hâlbuki Gezi, örgütleri çok çok aşan bir şeydir. Gezi’nin içinde de örgütler vardır, tamam; çünkü Türkiye’de örgütler varsa, Gezi’de de vardır. Çünkü Gezi, Türkiye’nin küçültülmüş bir hali idi. Orada herkes vardı, sol örgütler de vardı, doğru. Ama ana gövdeyi oluşturan, sivil halktı. Kimseye saldırmak ve eline silah almak gibi bir düşüncesi olmayan, halkı da yanına almış olan genç kitleydi. Ve Gezi’nin asıl gücünü bu (silahsız olması) oluşturuyor idi.
Bir başka açıdan daha bakacak olursak: Ben, o eylemcilerin konuşmalarını dinledim: (öldürülmelerinden) yarım saat önce yaptıkları telefon konuşmaları. Telefonda anlattıkları şeylerde, mesela diyor ki, biz bunu adalet için yapıyoruz; bekledik bekledik, Berkin Elvan’ın katilleri bulunmuyor. Beşinci savcı değişti, şimdi bu savcı geldi, dosyaları inceledik, bu da tam ilerlemiyor, ilerliyor diyorlar ama o kadar fazla ilerlediği yok, diyor. Oradaki katillerin isimlerini, sicil numaralarını (eylemciler savcını odasındaki belgeleri) almışlar, hemen fakslamışlar, internet sitelerinden falan yayınlamışlar. “Bizim buradaki amacımız adaleti sağlamak ve Berkin Elvan’ın katillerini ortaya çıkarmak, çünkü devletin sarayında, devletin dehlizlerinde adalet ilerlemiyor, dışarıdan bir müdahale yaparak, bu adaletin ilerlemesini ve tecelli etmesini istiyoruz, bu nedenle, burada bulunan kişiler çıkmalı ve demeli ki, katiller şunlardır. Sonra o katiller, Taksim meydanı gibi bir yerde, halkın oluşturacağı bir mahkemede yargılanmalı.” diyor. Eylemciler böyle söylüyor. Sonra bunlardan vazgeçtiler, halk mahkemesinde yargılama’dan vazgeçtiler, dediler ki, sadece bu kişilerin isimleri açıklansın yeter. Yirmibir kişi var. Bizatihi, Berkin Elvan’ı köşeye sıkıştırıp, kahkaha atarak, gebersin falan diyerekten öldürmüşler. Bunların videoları var. Bunlar diyorlar, açıklansın. Bunlar açıklanmadığı için ve adalet, devletin dehlizlerinde kaybolup gittiği için, dışarıdan bir müdahale ile, adaleti işletmek istedik, sağlamak istedik, onun için bunu yapıyoruz diyor. Eğer diyor, dediklerimiz yapılmazsa, biz de savcıyı cezalandıracağız. “Bu işe başımızı koyduk, gerekirse burada öleceğiz.” Ölmeyi de göze almışlar yani. “Öyle elimizi havaya kaldırıp teslim olmayız.” “Ya ölürüz ya da bunu yaptırırız.” Telefonda böyle şeyler söylüyor. Hakikaten de ölümü göze almışlar ve orada öldüler.
Buradan yola çıkarak ben şunu diyorum: Biri Giresun’a biri bilmem nereye gitti gömüldü, bu memleketin yoksul çocukları bunlar. Lütfen, böyle hemen terörist falan diye galeyana gelerek, burada anlatmaya çalıştıkları şeyi, görmemezlikten gelmeyiniz! Bu, yalnızca bunlar için değil, başka yerlerde de olabilir. Adalet bir yerde tecelli etmiyorsa, adalet mekanizması işlemiyorsa, devletin karanlık dehlizlerinde dosyalar kaybolup gidiyorsa… Onyedibinbeşyüz faili meçhul var! Cumartesi anaları Galatasaray Lisesi önünde oturuyor; çocuğumu bulun, mezarını bulun diyor! Çocuğumu kim öldürdü bulun (dahi) demiyor, çocuğumun mezarını bana gösterin kardeşim, çocuğumu verin, gidip gömeyim diyor, mezarının başında oturmak istiyorum diyor. O neden öldürüldü, kim öldürdü demeyi bırak, çocuğunun mezarını arıyor Cumartesi anneleri dediğiniz. Adalet bir yerde tecelli etmezse, bu adalet duygusu öyle bir şeydir ki, adamı dağa çıkar mı, çıkarır; adamı “terörist” yapar mı, yapar; adamı silaha başvurdurtur mu, yapar; töre cinayeti, namus cinayeti yapar. Bunların hepsi, kendi aklına göre adaleti sağlamak için oluyor. Ama adaletin şahıslar tarafından değil, hepimize ait olan, vergilerimizle beslediğimiz, kendi ellerimizle çerçevesi çizilmiş bir kurum tarafından, yani, denetlenen devlet tarafından tecelli etmesi gerekiyor. Aksi halde, herkes adaleti tecelli ettirmeye kalkarsa, kimi bacağından asar, kimi kafasına (kurşun) sıkar, kimi karnını deşer. Olmaz! Önceden belirlenmiş kurallara göre adalet sağlanacak. Ve herkese eşit mesafede olacak. Tarafsız yargı olacak. Biz de ona güveneceğiz. Memleketin nereye gittiğine bir bakın! Sonra da, niye eline silah aldı savcıya dayadı, niye dağa çıktı, niye sokakta adaleti gerçekleştirmeye çalıştı demeyin. Adaletin gerçekleşmesi gereken yerde, behemehâl ve hemen şimdi gerçekleşmesi gerekiyor. Adalete olan güvenin sarsılmaması gerekiyor.
Bakın gene geçen hafta meydana gelen bir olay: 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ifşaatlarından önce, Balyoz Davası’ndan insanlar yargılanıyor, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alıyorlar, sonra bu, Yargıtay tarafından onaylanıyor ve cezalarını çekmek üzere cezaevlerine konuluyor. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ifşaatlarını ve tapeleri ortaya çıktıktan sonra, bunlar yeniden yargılanıyorlar. Önce, eksik evrak, yanlış prosedür diyerekten serbest bırakılıyorlar, geçen hafta içersinde de hepsi ama hepsi beraat ediyor. Bu operasyonlar 17-25 Aralık’tan önce, ağırlaştırılmış müebbet hapis, Yargıtay tarafında da onay, dahası yok yani. Ama 17-25 Aralık’tan sonra beraat. Bu nasıl oluyor yahu! Şimdi biz, hangi adalete, hangi hukuka güveneceğiz! Şimdi siz buna güveniyor musunuz? Ben buna nasıl güveneceğim! Ağırlaştırılmış Müebbet hapis Yargıtay’da onaylanıyor ama hepsi birden beraat ediyor. Hâkim kim? Yargıç kim? Hukuk mu? Bu ne? Hukuk guguk oluyor, guguk. Nasıl inanacağız, kime güveneceğiz? Adalet nerde tecelli edecek! Devletin en büyük görevi adalettir! Adaletten zerre miktarda ayrıldığı an, adalete güven sarsıldığı an, o devlet için zeval vakti, yani çöküş vakti gelmiş demektir; adaletsizlikten dolayı! Bir devlet, kâfir olduğu için, imansız olduğu için, dinsiz olduğu için çökmez, adaletsiz olduğu için çöker ve çökmesi de haktır! Neden: Adaleti tecelli ettiremez hale gelmiş. İnsanlar adaleti tecelli ettirebilmek için dağlara çıkıyor, savcıların kafasına silah dayıyor, sokaklarda tecelli ettirmeye kalkıyor. Bu devlete güvenme, devlete güvendin mi, o ho, sittîn sene adalet bekleme, kendi adaletini kendin gerçekleştir dendiği an, biz nereye gideceğiz? Bu memleket nasıl olacak? Düşünsenize. Dolayısı ile oturup bunları düşünmeleri lazım. Vurduk, astık, kestik falan, bunları boş ver, neden böyle oluyor? Neden böyle oluyor! Neden iki genç çıkıyor, adaleti tecelli ettireceğim, adalet işlemiyor devletin mekanizmalarında diyerek, kendince adaleti sağlama yollarına başvuruyor. Böyle bir yola neden başvuruyor? Eğer büyük devlet adamıysan, bunu düşünmen lazım. Kendi nefsini aşamamış, kendi mahallesini, kendi gurubunu, kendi sürüsünü aşamamış, onun dışına çıkamamış birisi isen, onu öldürdük, şudur budur diye düşünürsünüz, o zaman da, memlekete yazık etmiş olursunuz.
(İhsan Eliaçık, KRT /Bana Dinden Bahset Programı’ndan, 3 Nisan 2015 Cuma)