Sovyet sosyalizmi ve ona bağlı rejimlerin çöküşü dünyayı tek tip kalkınma alternatifi ile karşı karşıya bıraktı. Bu kalkınma modeline dayalı vaatler, ahlaki çerçeveden yoksun ve salt daha çok tüketebilme gücü üzerine inşa edilmişti. Batı Avrupa ülkeleri ile bildik kalkınmışlık düzeyi ölçütleri açısından kıyasladığınızda oldukça geri gözüken ülkeler bu kurtuluş reçetesine dört elle sarıldılar. Ne pahasına olursa olsun kalkınma hevesleri pahalıya mal oldu. Toplumsal değerlerde yaşanan tahribat bir yana kalkınmanın nimetleri de dar bir grup arasında paylaşıldı.
En geniş anlamı ile adaletin tüm unsurlarından mahrum bir kalkınma modeli bile, adalet kavramını kulağa hoş gelen bir söz olarak dile getirmekten geri durmamıştır. Hukuk düzeninden, gelir dağılımına uzanan bir çok adaletsiz uygulama, kalıcı ve yapısal nitelik kazanmaya başlamıştır. Bu ülkelerde eskiden adalet mi vardı, sorusu geleceğe yönelik açılımlara katkı sunmaz.
Adil bir ülke özlemi, adil bir dünya mücadelesi ile çok daha iç içe geçmiştir. Küreselleşmenin reel sonuçları, olumlu yada olumsuz tüm özelliklerinden bağımsız olarak bu tabloyu kaçınılmaz hale getirmiştir.
20.yüzyılın insanlığa kötü bir armağanı olan ulus devlet paradigması karşısında yerelliğin gerçekleri ile evrensel olanın ilkelerini buluşturmak yeni bir adalet yaklaşımının da temellerini oluşturacaktır.Bu anlamda adalet aslında doğa durumuna sadakattir bir bakıma. Her şeyin yerli yerinde karşılık bulacağı adalet anlayışı, mevcut siyasal rejimleri de, hukuk düzenlerini de tasfiye noktasına sürükleyecektir.
Özgürlüğün vazgeçilemez güvencesi, barışın olmazsa olmazıdır adalet.