Yüzlerce insan, ölüm orucunda kritik eşiği aştı, herkesin gözü önünde ölüme doğru gidiyorlar.
Bir yanda; sayıları binleri bulan açlık grevinde ölüme yaklaşmış tutsaklar.
Bir yanda; onları görmezden gelen medya.
Bir yanda; onları duymaktansa ölümlerini izlemeyi tercih eden devlet.
Bir yanda da; onları ne gören, ne duyan, ne de konuşan duyarsız bir toplum.
İktidarıyla, muhalefetiyle, medyasıyla, toplumuyla hal-i pür melalimize bir bakalım:
Devlet: Siyasi irade bu ölüm oruçlarını devlete bir başkaldırma olarak görüyor ve onlara göre bu mahkumlar terör örgütü üyeliğinden içeri alınan devlet düşmanı PKK’liler.
İktidar erkinin bir numaralı sözcüsü durumunda olan hükümetler “Devletin karşısında insan hayatının ne önemi vardır” diye düşünür. Ve onlar için, devletin karizmasını korumak her şeyden daha evladır.
İnsanı değil, devleti önceleyen bir siyasi iradenin tabi ki umurunda olmaz yüzlerce, binlerce kişinin ölümü.
Bu ülkede insan hayatının hiçbir değerinin olmadığı yüzlerce kez zaten kanıtlandı.
Hangi siyasi iradenin duyarlılığına güvenip ölüm orucu gibi eylemler organize edilir onu da anlayamıyorum.
2000’deki açlık grevi eylemlerinin nasıl bir trajediyle bittiğini herkes hatırlıyordur sanırım.
O günkü siyasi irade, mahkumların ölüme gitmesini engellemek bir yana, cezaevlerine operasyon düzenleyerek insanların ölümünü erkene aldı.
Türkiye tarihinin en büyük cezaevi katliamında 32 mahkum öldürülmüştü.
Devlet, bu operasyonun adına da utanmadan HAYATA DÖNÜŞ operasyonu demişti.
Evet, devletin insana ve insan hayatına karşı duyarsızlığı bu kadar ortadayken, siyasi iradelerin duyarlılığına güvenerek hayatları tehlikeye atacak eylemlerin yapılmasını doğru bulmuyorum. Çünkü sonuç çok acı oluyor.
İktidar, sayısı binleri bulan tutsakların bu eylemine duyarsız da muhalefet çok mu duyarlı?
Muhalefet kanadından CHP bu ölüm oruçlarını tıpkı iktidar gibi görmezden geldi. Bu eylem Ergenekon sanıkları adına yapılsaydı tabi ki CHP’nin tutumu farklı olurdu. Açlık grevindeki tutsaklara selam gönderir, onlar için etkileyici konuşmalar yapar, medyayı ve iktidarı göreve çağırırdı.
Medya: Ölüm oruçlarında kritik 40.gün eşiği aşıldı ama bugüne kadar medyada bununla ilgili ciddi bir haber göremedik. Televizyon ve gazetelerde ölüm oruçlarıyla ilgili ciddi bir sansür var.
Sayıları bini bulan insanların ölüyor olmalarının bir haber değeri yok bizim medyamız açısından!
Bu durum aklıma 28 Şubat medyasını getirdi. O dönemde de devletin islami camiaya uyguladığı zulmümler medya tarafından görmezden gelinirdi. Gazetecilerin, yazarların haksız yere tutuklanması, başörtülü kızlara uygulanan zulüm, bu durumu protesto etmek için halkın yaptığı eylemler bir türlü ana akım medyada yer almazdı. Bütün medya sanki islami camiaya uygulanan zulme gözlerini kapatmıştı. Tabi bu zulümlerden İslami camianın gazeteleri de nasibini alıyordu.
Yeni Şafak gazetesine baskınlar düzenleniyor, sahipleri gözaltına alınıyor fakat bu zulüm diğer medya organları tarafından yine görülmüyordu.
Gün geldi devran döndü; sistemin zulmüne maruz kalan parti iktidar oldu. İslami camianın gazeteleri güçlendi.
Gazeteler ve televizyonlar el değiştirdi. Belki 28 Şubat medyası tasfiye edildi ama şimdilerde de “yandaş” medyamız var.
İktidarın hoşuna gitmeyen, iktidarı zor durumda bırakacak haberler görmezden geliniyor. Uludere gibi bir katliamın haberi bile uzunca bir süre sadece sosyal medyada yer aldı. Zaten sonrasında da sadece “talihsiz bir kaza” olarak yer aldı.
Bir dönem zulme maruz kalıp, medyanın bu zulmü görmezden gelmesine isyan edenler, şimdi bu medyayı yönetip başkalarına yapılan haksızlıkları görmezden geliyorlar.
Toplum: Toplum vicdanına havale etmek diye bişey vardı. Eğer medya ve iktidar duyarsızlaşmışsa; onları eylemleriyle, haykırışlarıyla harekete geçiren, uyaran bir toplum vicdanı vardı. Şimdi; ötekileştirdiği insanların ölümüne bigane kalarak onların ölümünü seyretmeyi tercih eden bir toplumla karşı karşıyayız.
Hani bir insanın ölümü bütün insanlığın ölümü gibiydi?
Açlık Grevlerini destekleyen “tok” insanlara gelince; eğer bir davada bazılarının ölmesi bazılarının da yaşaması gerekiyorsa o dava adaletsiz bir temel üzerine oturmuştur.
Hiç bir dava birilerinin ölümü üzerinden anlam ve haklılık kazanamaz. Davası ne olursa olsun; bir dava uğruna ölmeyi göze alanlar elbette ki cesur, yürekli insanlardır.
Fakat, süresiz açlık grevinde adım adım ölüme giden tutsaklara “pes etmeyin, siz kahramanca birşey yapıyorsunuz, devam edin!” demek, onlara destek olmak demek değildir. Onlara destek olmak demek; bu eylemi durdurabilecek güçte olanlara çağrıda bulunmak ve baskı yapmak demektir. Kahvaltısını yapıp, ardından açlık grevindekileri kutsamak için söylemler üretenelerin vicdanlarını yoklamaları, samimiyetlerini sorgulamaları çağrısında bulunuyorum.
Her kesimin ölüm oruçları karşısındaki tutumunu anlamaya çalıştık.
Peki ya ölmeyi göze alan mahkumlar açısından durum nedir?
Gerçekten bu insanlar ölmek mi istiyor?
Ölüm oruçları deyince ilk aklıma gelen isimlerden biridir Behiç Aşçı.
Aşçı, F tipi cezaevlerindeki tecride dikkat çekmek için, 2006 yılında 293 gün süren Ölüm orucu eylemi yapmıştı.
Aşçı , Yeni Şafak Gazetesi’nden Mehmet Gündem’e verdiği röportajda “Ben ölmek değil, yaşamak istiyorum, İntihar etmek isteseydim kendimi camdan atardım, çünkü açlıkla her gün ölüme yürümek, camdan atlamaya göre çok daha fazla acı veriyor. Her ölüm orucu eylemdir ve ben ölmeden eylem bitecek, bende şunları şunları yapacağım diye başlar, hayaller sürüp gider.” demişti.
Evet, ölüm orucunda olan mahkumlar ölmek istemiyor, yaşamak istiyorlar ve birilerinin onlar ölmeden bu eylemi bitirmelerini umud ediyorlar.
www.adilmedya.com