(Mustafa Akyol’un “Kapitalizm Müslüman’ın Yitik Malıdır” isimli yazı dizisine gecikmiş bir cevaptır. Bu yazıyı uzun bir aradan sonra yayınlamaya karar verdim. Takdir okuyucunun.)
Kimi “Türkiye’nin gerçek burjuva sınıfı biziz” der. Kimi “biz asılız, siz kopyasınız veya müsveddesiniz” der. Oysa birbirlerine uzaklıkları nispetinde yakınlıkları vardır bu kesimin. Ana rahminde bebeğin ağzı ile kıç deliğine olan yakınlığı gibi… İşte bu kadar yakındırlar birbirlerine.
Birinde henüz yeni sünnet olmuş ve erkekliğe ilk adımını atmış çocuğun erkeklik taslayıp kendini adamdan sayma çabası var, ötekinde; bütün oyuncaklara sahip olmasına rağmen iştahı bitmeyen bir çocuğun doyumsuzluğu.
Peki, ne farkı var bu ikisinin? İşin aslına baktığınızda aynı değersizlik, aynı yitirilmişlik ve insafsızlık (insansızlık) var ucunda. Her iki kesimin de saklayacakları hiçbir şeyleri kalmış değil günümüzde. Kanlı et görmüş vahşi bir hayvan salyalarını nasıl saklasın ki! Aynı kana bulanmış dünyaya aynı keskin gözlerle bakan iki farklı yüz… Nesi değişir bu dünyanın?
Birileri de gelip cehaletinin onaylanmasını istercesine “Kapitalizm Müslüman’ın yitik malıdır” der. Kapitalizmle İslam’ı aynı aidiyet içinde kullanma becerisini gösterir.
Böylesine soft üslubu olan bir yazarın -ki, bu misyonu gereği böyledir- aynı başlık altındaki üçleme yazıları da pamuk gibi dağılır ve rüzgârda savrulur nitelikte olacaktır elbette.
Biz bu yazı dizisini, dizili domino taşları mesabesinde görüp ona dokunmakla yetineceğiz o kadar, gerisi insafınıza kalmış.
Yazarın, MÜSİAD’ın kurucusu Erol Yarar’ın Fadime Özkan’a verdiği söyleşiden (Star Gazetesi) alıntılarla başladığı yazısında, örneğin; laik sermayeye kıyasla İslami sermayenin devlete sırtını dayamadığı, süreç içerisinde daha dinamik ve dışa açılımcı bir yapıya kavuştuğu vurgusu yapılmış.
MÜSİAD’ın kurucusu Erol Yarar’ın bu röportajı sonrasında farklı kesimlerin olası tepkilerini hesaba katarak bir nabız yoklaması da yapmış kendince yazarımız.
Bu röportajı okuyarak olumsuz tepki verecek olan üç ayrı kesim olduğunu tahmin ediyor ve şöyle diyor; Birincisi beş vakit namaz kılan insanları toplum içinde en fazla ‘kapıcı Bayram efendi’ statüsünde görmeyi kabullenen laik yobazlar. İkincisi Erol Yarar’ın tarifiyle ‘bir lokma bir hırkaya inanan’ ve modern dünyayı pek tanımayan mutaassıp Müslümanlar. Üçüncü kesim de ikincisindeki ‘bir lokma bir hırka’ algısını kullanarak İslami kesime on yıllardır sosyalizm satan solcular.(*)
Laik kesimin Müslüman algısının kapıcı Bayram efendi profilinden daha uzağa gitmediği şeklindeki görüş, sunuş biçimiyle bize oldukça çiğ geldi. Sınıfsal ayrımcılığı yine bir ayrımcılıkla açıklamaya çalışmak yazarın da içinde bulunduğu muhafazakâr kesimin psikolojisini açıklıyor olsa gerek. İnsanı daha da dehşete düşüren yazarın sonraki ifadeleri olmuştur.
İkici kesim dediği, modernist dünyadan uzak yaşayan bir lokma bir hırkaya inanan ve modern dünyayı pek tanımayan mutaassıp Müslümanlar.
Demek ki, bir lokma bir hırkayı, toplumsal züht anlayışının sınırları içinde anlaması gerektiği gibi anlıyor yazarımız. Yani kendi anlayışını meydana getiren çarpık geleneğin dayattığı biçimiyle… Aslında yazarın tüm algıları ve itirazları içinde bulunduğu geleneksel din algısının yanlışlığında yatıyor. Yani öze dair hiçbir algı yok… Bu olmadığı için de toplumsal züht ve bireysel züht ayrımı yapamıyor. Çünkü ona gerçekte tanımadığı, bilmediği bir dünyadan söz ediyoruz. Böyle bir insana Kur’an’ın ve peygamberin sınıfsal yapıya bakışından ve çalışma esasına dayalı mülkiyetten söz etmeniz anlamsız olur. Eğer söz ederseniz gerçekte modernist dünyayı da tanımadığı ve bir değer olarak, ideoloji olarak kendi inançlarından ne kadar uzak olduğu ortaya çıkacaktır. Yazar ve sözünü ettiği gerçek burjuva sınıfının özel mülkiyeti yüceltmelerini buna delil gösterebiliriz. Hatta Kur’an’ın özel mülkiyetin karşısında olmadığını ileri sürecek kadar cahilane bir tavır içerisinde bulabileceklerdir kendilerini. Aslında bu halleriyle eleştirdikleri laik kesime -İslâm’ın siyasal ve ideolojik bir tavrının olmadığına inanmakla- gittikçe yaklaşıyorlar.
Yazar, üçüncü kesimi bir lokma bir hırka algısını kullanarak İslami kesime on yıllardır sosyalizm satan solcular(*) olarak görüyor.
İnsanın, günümüz Türkiye’sinde muhafazakâr kesimin beynindeki ayrık otlarının fazlalığına baktıkça ümitsizliğe kapılmaması elde değil. Böyle yazıların varlığı o kesimin beynindeki verimsizliği anlatmaya yetiyor aslında…
Yazarımız, bu yazı dizisini kaleme alırken belli ki, sadece yazmış ama dönüp ne yazdığına bakmamış. Bakın yazar ne yazıyor; ‘Müslüman vicdanı’ ile ‘sermaye’nin ve sermayeye dayalı bir ekonomik sistem olan ‘kapitalizm’in uyuşmadığı yönünde yanlış bir varsayım var.(*)
Demek ki, Kur’an sermayeye bakışımızı vicdanımıza bırakmış. Bu arkadaşın ‘kenz’ ayetinden haberi olduğunu söyleyemeyiz. İslami diyalektiği kullandığına da şahit olmadık bu arkadaşın.
Kapitalizm tanımı da oldukça gülünç doğrusu; “sermayeye dayalı bir ekonomik sistem olan kapitalizm…” Demek bu kadar basit, sermayeye dayalı bir ekonomik sistem. Zihinsel körlüğün bu kadarı da pes dedirtecek cinsten.
Kapitalizm oysa ne kadar sevecen, ne kadar masum duruyor karşımızda(!)
Kur’an’a bakışımız demek o kadar sığ ki, böyle vahşi bir düzeni sahiplenmeye kadar götürüyor insanı.
Üstelik yazarımız ‘Kapitalist zihniyet’in gerçekte ne olduğunu, bunun dinle ilişkisini ilginçtir büyük sosyolog olarak nitelendirdiği Max Weber’in çok iyi çözümlediğini dile getirmiş. Tabii bizler Weber’in nasıl bir İslam düşmanı olduğunu da iyi biliriz.
Yazarın, paranın tüketime kurban edilmeden, mütevazi bir hayat tercihi ile yatırıma dönüştürülebileceğinden, üstelik kârın bir kısmının da hayır-hasenata harcanarak tam anlamıyla erdemli bir kapitalist olunabileceğinden söz etmesi(*), gerçekten haddi aşan sözler olsa gerek.
Kapitalizmde bir ahlak bulmayı, kapitalizmin yıkıcı tarihine bakarak söylemek gerçekten akıllara zarar…
Bu din nasıl olur da insanların hakkını ve emeğinin karşılığını bir kısım insanların vicdanına bırakır.
Ilıtılmış, tahrif edilmiş böyle bir İslam’a inananlarladır bizim savaşımız.
Yani “dine karşı dinin” savaşı…
Bir tarafta “Tevhid dini”ne inananlar diğer tarafta “Kalvinist Müslümanlar”…
Zenginin malında fakirin hakkı olduğunu bu din söylemiyor da kim söylüyor!
Ali Şeriati’nin deyimiyle, Kur’an’ın ifadesi yüce, hassas ve bilimseldir. “Zekât ve infak, zenginin fakire bir ihsanıdır demiyor. Diyor ki; Onların mallarında dilenen ve mahrum olan için de bir hak vardır.” (Zariyat, 19)
Biz peygamberlerimizi kesin kanıtlarla gönderdik, insanlar arasında adil bir düzen kurulsun diye onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü indirdik. (Hadid, 25)
Yani ölçüyü insanların zayıf, kudretsiz eline bırakmıyor…
Kılavuzunuz Weber olursa inançlarınız da zir-ü zeber olur gider… Kılavuzu karga olanın burnunun boktan çıkmayacağı gibi…
Allah’ın rehberliği tek gerçek rehberliktir. (Bakara, 120)
De ki: Biz Allah’ın boyası ile boyanırız/O’nun ahlakı ile ahlaklanırız. Eğer gerçekten O’na hizmet/kulluk ediyorsak, kimin boyası O’nunkinden daha güzel renk verebilir hayatımıza? (Bakara, 138)
Kendilerini başka renklerle boyamak isteyenlerin psikolojisini anlamak, aslında o kadar da zor değil. Biraz yakından bakarsak onların Tevhidi bir alt yapıya sahip olmadıklarını görürüz. Biraz daha yaklaşırsak gerçekte var olmadıklarını, ancak bir düşüncenin zayıf gölgesinde varlık alanı bulabileceklerini anlarız.
Yazar, Weber’in kapitalist ahlakını kafasında yeniden inşa edeceğine, Kur’an’ın mülkiyet esaslarını nasıl belirlediğine bir bakmalıydı. O kadar uzaklara gitmesine gerek yoktu…
“Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır…” (Nisa, 32)
Burada şu nokta çok önemlidir. Diyor ki, kendi elleri ile kazandıklarından nasipleri vardır, onda hakları vardır. Yani kendi elleri ile zahmet çekerek kazandıklarının dahi tamamı kendilerinin değil. Aksine bunun bir kısmını infak etmeleri gerekir. Zekât, humus, sadaka…(1)
“Doğrusu insanın çalıştığından başkası kendisinin değildir.” (Necm, 39). Ömer, işte bu esasa dayanarak şu fetvayı vermiştir: “Kimin toprağı varsa ve onu üç yıl terk edip işlemez, ekip biçmezse; bunun yerine bir başkası bu toprağı işlerse o toprak, işleyene ait olur.”
İşte ne kapitalizmin ne de Marksizmin sermayeye bakışıdır bu…
Bu, Allah’ın insanın yaşam hakkını temel alan; çalışma esasına dayalı mülkiyettir.
Yazarımız yazısının ilerleyen kısımlarında bir de “Müslüman burjuvazi”den söz ediyor. Onu yeni yükselen bir değer olarak görüyor.
Ancak günümüzde gerçek anlamıyla kullanılmayan “burjuvazi”, yani “köylerin çevresinde yaşayan sınıf”, 19. ve 20. yüzyıllarda kapitalist, sömürgeci ve makine sahiplerine dönüştüğü için “aşağılık” bir ifade olarak kullanılır.
Yazarın günümüzde bu sömürgeci anlamıyla kullanıldığı sözcüğün tarihi seyrinden de bihaber kaldığı anlaşılıyor. Ve önüne Müslüman sözcüğünü ekleyerek yazar gerçek niyetini de açıklıyor.
Oysa Kur’an’ın ve İslâm’ın dile getirdiği kavram “dünya”dır. Kölelik döneminde “dünya” efendilerin, feodalite döneminde feodallerin, burjuvazi döneminde burjuvaların ve kapitalizm döneminde kapitalistlerin hayat tarzıdır. Hangi dönemi ele alırsak ele alalım “dünya” sözcüğü hepsine uyar. Amacı şahsi ihtiyaçlarını karşılamak, başkaları karşısında imtiyaz sahibi olmak, başkalarından ayrı olmak, başkaları üzerinde üstünlük sağlamak ve başkalarına karşı övünmek olan bencil, bireysel ve tüketici bütün eğilimler ve değerler, dünyevi değerler ve dünyevi hayat tarzıdır.(2)
Oysa burada dünya “aşağılık” yönü ile ele alınıyor. Yoksa dünyası olmayanın ahireti de yoktur. Elbette ticari hayat desteklenmiş. Elbette “fakirlik bir kapıdan girince iman diğer kapıdan çıkar gider.” Ancak burada İslam’ın ve İslam ekonomisinin bireysel boyutundan mı, yoksa toplumsal boyutundan mı bahsediyoruz, bu önemli…
Dünyaya meyletmemek, yani bireysel züht anlayışı olarak meyletmemek ancak toplumsal boyutuyla dünyada var olmakla mümkün olur. Yoksa ekonomiye bakışımız tasavvufi olamaz. Böyle bakılırsa en fazla iyi bir Budist oluruz. Demek ki, Kur’an’ın ekonomiye bakışı sosyal ve bilimseldir. Üstelik bu bakış sınıfsal yapıya karşı çok özel ve nettir. Zaman üstü bir diyalektiği olduğu için buna ne Weber ne de Marks böyle bakabilir. Hele zihinsel körlüğü olan bir yeni yetme hiçbir zaman bakamaz. Baksa bile göremez, görse bile unutur gider. Tıpkı ‘geleneğin’ unutturdukları gibi…
Yazarın asıl dillendirmek istediği şey ve taşıdığı niyet işte burada, ‘Müslüman burjuvazi’si ifadesinde gizli. Sadece sermayenin bir sınıfın elinden çıkıp bir diğerine geçmesini normalleştirmek, yani ona bir kılıf uydurmak… Günü geldiğinde bir başkasına, “biz asılız, üstün olan sınıf biziz” diyebilmek…
—————————————————-
(*) Kapitalizm Müslüman’ın yitik malıdır (I), Mustafa Akyol, 27 Temmuz 2009, Star Gazetesi
(1) İslam ve Sınıfsal Yapı, Ali Şeriati s. 22
(2) İslam ve Sınıfsal Yapı, Ali Şeriati s. 119