İş saatlerinin haddinden fazla “esnek” olduğu, insan emeğinin paçavra kadar değerinin olmadığı, işçi çocuklarının ortasında lağım akan mahallelerde zaafiyet ve salgın hastalıklardan ağır çekim öldüğü yıllardır 1800’ler. İnsanoğlunun hırs ve tamahkârlığının buharlı makineler ve dokuma tezgahlarıyla canavarlaştığı nam-ı diğer sanayi devrimi çağı… 1 Mayıs 1886’da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonunun öncülüğünde işçiler günde 12 saat haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı 8 saatlik iş günü talebiyle tezgahlarının başından ayrılıp sokaklara taşarlar. Amerika Birleşik Devletlerinin hemen her eyaletinde işçiler aralarındaki ırkçı bariyerleri yıkmış biçimde siyah ve beyaz yan yana saf tutarak meydanları doldururlar. Yükselen kapitalizmin bu en gözde mabedi haline gelen ülke emekçilerin öfkeli uğultusuyla sarsılır hale gelmiştir. 3 Mayıs günü grev kırıcıları protesto etmek isteyen işçiler polis kurşunlarıyla yüzleşmek zorunda kalırlar; 4 işçi can verir. Bu saldırıyı protesto etmek için ertesi gün Haymarket meydanında dev bir miting düzenlenir. Miting dağılmak üzere iken kitlenin ortasına atılan bir bomba onlarca işçinin yaralanmasına neden olur. Tarihe Haymarket olayı olarak geçen bu hadisenin ardından yüzlerce işçi kitlesel tutuklama dalgalarıyla derdest edilir, idamlar gerçekleşir. Anlayacağınız piyasa tanrıları kurban istemiş, Amerikan bürokrasisi de bu kurban seremonisini seve seve gerçekleştirmiştir. Yaşanan olaylardan 3 yıl sonra, 1889’da toplanan İkinci Enternasyonal’de bir Fransız işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada emek güçlerinin birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanmasına karar verilir.
O gün bugündür tüm dünyada emek güçleri ve hakkı savunmak derdinde olan kitlelerin dil, din, milliyet farkı gözetmeksizin meydanlarda buluştuğu bir gündür 1 Mayıs. Ya da öyle olması gerekir. Zira biz bu ortaklaşmanın şimdiye kadar gerçekleşemediği bir ülkede yaşıyoruz. Soğuk Savaş’ta cephe ülkesi olan Türkiye, komünizmle mücadelenin en fütursuzca ve akıllara zarar yürütüldüğü ülkelerdendi. Dikkatinizi çekerim, komünizmin bir yılan olduğu, komünistlerin karılarını paylaştığı “tespitleri” düzeyinde bir ideolojik mücadeleden söz ediyoruz. Solcuların ise marksizm ile geç tanışmanın yarattığı kimlik bunalımları ve eklektik okumalarının ortasında kemalizmi kızıla boyayıp içselleştirdiği, pozitivist bilimciliği ve din karşıtlığını amentü haline getirip ateizmi parti programlarına kadar soktuğu garabet yıllarıdır bunlar.
O yıllarda üstümüze giydirilen deli gömleğini hâlâ atabilmiş değiliz. Mahalle duvarları çok kalın örülmüş. Geleneksel kalıplara uymayan bir söz ya da eylem, tarihin o kadim yasasını her fırsatta harekete geçiriyor: Aforoz edilmek. Geleneğin kanatları altında kafa konforu yaşamak varken fikir sancısı çekmek, itiraz geliştirmek, şüphe etmek, hele hele geleneği inşa eden, tarihe mal olarak ululaşmış abide şahsiyetlere izafe edilen ezberleri sorgulamak zahmetli ve tehlikeli işlerdir. O yüzden buna azmeden insanlar toplumların kahir ekseriyetini oluşturmazlar. Çoğunluğa uyma eğilimi göstermedikleri için geleneğin içinde nefes alıp verenlerde içgüdüsel olarak tehlike sinyali biçiminde algılanırlar. Kimliğini İslam dairesi içinde tanımlayan insanların 1 Mayıs’a katılmasının da bu içgüdüsel refleksleri kışkırtacağına hiç şüphe yok dersek müneccimlik yapmış olmayız. Fikirsel süreçlerden uzak olan kalabalıklar bir yana, eli kalem tutan ama idrakleri tıkalı – ya da en azından niyeti bozuk- bir güruhça bunun göreceği karşılık çok üst düzeyde bir eleştiri gücü içermeyecektir. Öteden beri tekrar edilen “İslam ile Sosyalizmi sentezlemeye çalışıyorlar” homurtularının belki belagat açısından daha kaliteli biçimleriyle karşılaşılır; hepsi bu. Eşitlik ve sosyal adalet vurgusunu ilhamını Kur’an’dan ve resulullah’ın hayatından alarak ifade etmeye çalışanların yine aynı Kur’an ve resulullah’ı çağrıştırması yerine marksizmi ve peşi sıra “komünizm öcüsü”nü çağrıştırıyor oluşu acıklıdır. Demek ki hatırı sayılır bir kitle adalet, eşitlik ve özgürlük gibi kavramlarla yaşadığı din arasında hiçbir ilişki kuramıyor. Rant coşkusu ve ticari ihtiraslar içinde olup Musiad toplantılarına koştur koştur katılmak müslüman kimliği ile bağdaştırılabiliyor ama sosyal adaletten bahsetmek, dünya nimetlerinin eşitçe paylaşılması gerektiğine inanmak ve 1 Mayıs’a katılmak niyeyse komünistlik oluyor. Burada hiç şüphesiz bir sıkıntı, düşünsel bir kabızlık söz konusu. Tedavisi bu basit yazının haddini aşar. Ancak şu noktaların altını kalınca çizebiliriz: 1 Mayıs emekçi kitlelerin bayramıdır, marksist bir nümayiş değil. Arkasında işçi yığınlarının zulüm ve acı ile yoğurulmuş koca bir tarihi vardır. Bu simgesel günde bir müslümanın 1 Mayıs alanında olmayı yadırgaması yakın tarihin tortusunu bünyesinde taşıdığı için normal sayılabilir. Lakin mazlumiyetin dini yoktur. Filistin bayrağı da taşısa, poşu da taksa, işçi tulumu da giyse, ev kadını olup cinayete de kurban gitse mustazaflardan “izm”leri sorulmaz. Bu bilinci geliştirmek ve ideolojilerin aramıza inşa ettiği bariyerleri kaldırıp atmak için 1 Mayıs meydanı bir fırsat olabilir. “Elalem ne der”ciler ve İslami imajlarının zedelenebileceğini düşünenler için ise alternatif kitle gösterileri her daim mevcut, dertlenip tekfir çukuruna gömülmelerine hiç gerek yok. Vesselam.